Geçenlerde bir törene katıldım. İl Milli Eğitim Müdürü konuşma yapmak üzere sahneye çıktı.
Konuşmasına başladığında sesi çatallıydı. Bir noktada öksürme ihtiyacı duydu, nefesini toparlayamadı. Metnin akışı birkaç kez kesildi. Ancak konuşmanın sonlarına doğru biraz rahatladı.
Biz, sıralarda oturanlar olarak o anda düşüncemizde özgürdük ve özgürlüğün verdiği rahatlıkla en acımasız değerlendirmeyi yaptık:
“Koskoca İl Milli Eğitim Müdürü nasıl böyle bir konuşma yapar?”
“Herhalde çalışmadan gelmiş.”
Kısacası, biz dışarıdan izleyenler olarak hatayı hızlıca gördük, kolayca hüküm verdik. Aynı günün akşamında, kendi okulumuzda düzenlenen bir programda açılış konuşmasını ben yapacaktım.
Sabahki eleştirilerim zihnimdeydi. Kendime söz vermiştim:
“Ben asla böyle bir duruma düşmeyeceğim.”
Program başladı. Sahneye çıktım. Kağıt önümdeydi ama ne yazık ki göremiyordum. Sahne ışığı yetersizdi ve gözlüklerimi yanıma almamıştım.
O anda bedenim bana ihanet etti.
Ateş gibi bir sıcaklık yükseldi içimden.
Kelimeler birbirine karıştı. Kağıttan kopamadım ama gördüğümü de okuyamıyordum. Nefesim hızlandı, kalbim kulaklarımın içinde çarpıyordu adeta.
Bir sahnenin üzerindeydim ama görünmeyen bir duvarın içine sıkışmış gibiydim sanki.
Metni güçlükle bitirip sahneden indim.
Sonra artarda açıklamalar, rahatlatmalar, “Hocam fark ettik, ışığı artırdık.” cümleleri geldi. Bense herkesin gözünün içine bakarak tek bir cümleyi tekrar ettim:
“Gözlüğüm yoktu.”
Ve o anda fark ettim:
Sabah eleştirdiğim o müdürün yaşadığı şeyin aynısını ben yaşamıştım.
Aramızdaki fark makam, yaş ya da deneyim değildi. İkimiz de aynı duygunun içine düşmüştük.
Bir adım daha geriye gittim.
Öğrencilerimin deneme sınavlarındaki hallerini düşündüm. Onlar da aynı duyguyu yaşıyordu.
Denemeye oturmak, aslında bir duygu tetikleyicisiydi.
75 dakika boyunca sözel, 80 dakika boyunca sayısal test çözerken çocuklar:
• Heyecanlanıyor,
• Panikliyor,
• Nefesini kontrol edemiyor,
• Bildiklerini unutuyor,
• İki ile ikiyi çarpıp beş yazıyordu.
Yani aynı duygu, farklı sahnelerde tekrar tekrar ortaya çıkıyordu.
Bu, sadece okurken takılmak değildi.
Bu, duygu yönetimi eksikliğiydi.
Eğitim Sistemi, Duygu Yönetimini Öğretmiyorsa Eksiktir
Biz yıllardır aynı şeyi söylüyoruz:
“Okullarda öğrencilere sadece akademik bilgi yükleniyor.”
“Çocuklar yarış atına döndü.”
“Bir saatlik sınavla insan geleceğine karar verilir mi?”
Bu cümleler neredeyse ülke çapında ezberlenmiş durumda.
Ama kimse şu gerçeği fark etmiyor:
O sınav, bir çocuğun duygularını tanıması ve yönetmesi için müthiş bir fırsat. Çünkü deneme sınavları, öğrencilerin bilinçaltının açık olduğu, farkındalıklarının yüksek olduğu ve duygularıyla mücadele ettikleri anlardır.
13-14 yaşlarında böyle bir süreçten geçmek, eğer doğru yönlendirilirse, çocuğa hayatta büyük bir dayanıklılık kazandırabilir.
Evet, akademik bilgi öğretiyoruz.
Ama duygularını nasıl yöneteceğini öğretmiyoruz.
Ne öğrenci biliyor, ne öğretmen biliyor, ne müdür biliyor.
Ve biz, öğrenemediğimiz duygu yönetimini çocuklara öğretemiyoruz.
Maarif Modeli konuşuluyor, eğitim vizyonları tartışılıyor.
Bakanlar değişiyor, sistem değişiyor.
Ama bütün bu modellerin içine “duygu yönetimi” eklenmeden hiçbir model tamamlanmış sayılmaz.
Bir çocuğun sınavda düştüğü duyguya,
bir öğretmenin sahnede kilitlendiği ana,
bir yöneticinin toplum karşısındaki nefesine
eşlik etmeyi bilmeden eğitim tamamlanmaz.
Çünkü insanı zorlayan soru değil, duygudur.
Eğitim, bilgi kazandırmak değil duyguyu taşımayı öğretmektir.


